Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay, deniz tutkunu baba-oğul Aslan ve Barbaros Yaras'ın Marmara Denizi ve dünya denizlerine dair gözlemlerini 'Marmara Yaşasın' serisinde ele alıyor.
Derya Tolgay: Merhabalar herkese, Dünya Mirası Adalar programını dinlemektesiniz. Ben Derya Tolgay, bugün Nevin Sungur yok.
Destekçilerimiz Zekiye Kürkçüoğlu ve Yeşim Üner'e çok teşekkür ederek başlayalım.
Bugün iki kıymetli konuğumuz var ancak önce bir haberle başlamak istiyorum programa ve bu haberimiz konuklarımızın anlatacaklarıyla da hayli bağlantılı; Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı'nı çoğunuz biliyor ve programımızda da birçok kez ağırladık. Türkiye'nin farklı bölgelerinden 24 kıyı hareketi ve ekoloji örgütünü bir araya getiren bir platform Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı ve amacı, kıyı hareketleri arasında dayanışma sağlayarak birleşik bir mücadele yürütmek. Bileşenleri arasında Dünya Mirası Adalar da var. Aşağı yukarı bir yılı aşkın süredir kıyı ekosistemlerinin korunması ve kıyı işgallerinin de sona erdirilmesine yönelik faaliyetler yürütüyoruz. Bu süreçte iki eşzamanlı yerel eylem ve üç ayrı basın açıklamasıyla kamuoyunun dikkatini kıyılara çekmeye çalıştık, ilgilileri göreve davet ettik. Son olarak da Türkiye genelinde kıyıları geri alacağız adıyla bir ıslak imza kampanyası başlattığımızı duyurmak istiyoruz buradan. Bu kampanya kapsamında Anayasa ve Kıyı Kanunu’nda kıyıların korunması ve işgallerin sona erdirilmesine yönelik hükümlerin uygulanmasını talep ediyoruz. Toplayacağımız ıslak imzaları Meclis’e ve ilgili bakanlıklara ileterek ‘Gereğini yapın’ diyeceğiz. Unutmayalım, kıyılar canlı ve cansız tüm varlıkların ortak yaşam alanıdır, sermayeye teslim etmeyeceğiz, kıyıları geri alacağız. ‘Kıyılar hepimizin’ diyoruz.
Bir imza da siz vermek isterseniz daha fazla bilgi için Kıyı Hareketleri’nin Instagram hesabını ve aynı şekilde Dünya Mirası Adalar’ın sosyal medyasını takip edebilirsiniz. Bu vesileyle, Dünya Mirası Adalar’ın Instagram, X ve Facebook hesaplarımızı da bir kez daha hatırlatalım.
Türkiye'de kıyı işgalleri konusunda en sorunlu şehir hangisi derseniz, İstanbul diyebiliriz. Kıyılarına denizle arasında beton bloklar çekilerek, insanların denize erişimine kapatılmış ve bu şekilde de denizle olan bağı koparılmış bir şehir İstanbul. Deniz kültürü neredeyse yok edilmiş durumda ve İstanbullular kıyıya ulaşamama gibi absürt bir durumla karşı karşıya. Şimdi daha fazla uzatmadan değerli konuklarımızla sohbete başlayalım.
Konuklarımız, benim eski dostlarım Aslan Yaras ve Barbaros Yaras. Hoş geldiniz, sizi tekrar görmek, birlikte olmak çok güzel. Bugün Marmara Denizi ve dünya denizlerine dair tutkularını ve gözlemlerini konuşmak üzere deniz tutkunu baba-oğul Yaras ailesini ağırlıyoruz. Kendilerini ‘Marmara Yaşasın’ program serimizde ağırlıyoruz. 50 yıldır Marmara Denizi'nde, yedi metrelik ahşap küçük teknesiyle balıkçılık yapan baba Aslan Yaras ve uluslararası dalgıç oğlu Barbaros Yaras, tekrardan hoş geldiniz.
Aslan Yaras: Hoş bulduk, teşekkür ederiz davetiniz için.
Barbaros Yaras: Hoş bulduk.
D.T.: Bu önemli konuda görüşleriniz çok kıymetli çünkü şahitlikleriniz var. Bu şahitlikleri de kayda alalım istedik.
A.Y.: Keşke şahitlikler güzel şeyler olsaydı ama ben güzel şeyler söyleyemeyeceğim. Çok güzel şeylerle başladık ama sona doğru çok kötü şeyler görmeye başladık ve Marmara Denizi'nin neredeyse bittiğine kanaat getirdik diyebilirim. Bilhassa küçük balıkçıları çok büyük sekteye uğrattı bu son müsilaj.
Efendim, ben 1950 Moda doğumluyum. Moda’yı hepimiz aşağı yukarı biliriz, sahili olan bir şeridi vardır. Benim küçüklüğümde o sahilde renkli 10-15 çeşit balık ve yengeçleri görerek, bunlara aşık olarak denize başladım. Sonra hem okula, hem de denize giderdim, balığa giderdim. O zaman babamın dıştan takma motorlu bir teknesi vardı. Babam da balığa meraklıydı. Fakat ben bu denizin güzelliğine çok kendimi kaptırdım ve balıkçı oldum maalesef. İlk zamanlar çok güzeldi, çok çeşitli balıklar yakaladım, balık boldu. Bu balık sevgimizi balığı tanıyan insanlara, bilhassa söylemeden geçemeyeceğim, ekalliyete borçluyuz. Onlar balığın her türlüsünü yiyorlardı, değerlendiriyorlardı ve kendilerine yakın olan komşularına da sevdiriyorlardı. Biz yeme tarzını onlardan öğrendik, hiç inkar edilemez, onların hediyesidir bu.
D.T.: Dinleyicilere yaptığın mesleğin meşakkatli taraflarını da anlatmanı istiyorum. Daha önce de konuğumuz olan Sera Tolgay’ın ilk Marmara çalışmalarını yaptığında, 2011 senesinde birlikte seninle denize açılmıştık. Sabaha karşı, 03.30'da kalkarak Boğaz'a doğru yolculuk yaptık. Balık tutma ümidiyle iki saate yakın yol gittik. Sen bunu, avlanma yasağına ve şartlara göre her gün olmasa bile çok sıklıkla yapıyorsun, hemen hemen beş-altı saatini denizde geçiriyorsun ve bunu da tam 50 yıldır yapıyorsun.
A.Y.: Daha da fazlası… Şöyle ki bizler için hava müsait olduğu zaman ve mevsimsel balıkçılık olduğu zaman biz denize çıkarız ve balığımızı tutar, onu değerlendirmeye çalışırız. Bu esasında bizler için işin kolay kısmı yani zor kısmı hava şartları değil. Zor kısmı; balığın azalması, denizin kirlenmesi, yasa dışı avcılık, kıyıların doldurulması. Bunlar çok büyük etkenler. Bunları gözlemlediğimiz zaman belki hepsi ufak ufak kaale alınmayacak şeyler gibi görülse de bizlere çok büyük etki yapıyor.
Küçük balıkçılık derken, büyük balıkçılığı da gırgır teknelerini, trol teknelerini yani yasadışı değil de yasal trol teknelerini de etkiliyor çünkü mesela kıyıların doldurulmasıyla denizin oksijeni azalıyor. Denizdeki ölü yosunları tekrar geri kıyıya atamıyor deniz.
D.T.: Doğal bir kıyısı yok çünkü, kalmadı.
A.Y.: Kalmadı, doğal kıyı kalmadı. Kumsallar, çakıllıklar kalmadı, her taraf dolduruldu. Dereler ıslah edilmedi. Karadeniz'den gelen zaten malum bir Volga Nehri var ki zehir taşıyor. Kıyıların doldurulması, bu etkenlerin üst üste gelmesi balıkçılığı neredeyse bitirme noktasına getirdi.
DT: Peki, sen Marmara'da müsilaja kaçıncı kez şahitlik ettin ve bugün avlanmaya çıktığında oradaki şahitliğin neler?
A.Y.: Müsilaj ile 10 senedir tanışıyoruz ama isminin müsilaj olduğunu dahi bilmiyorduk. Şimdiki ismi ise ‘salya’ diye tabir ediliyor - biz de onu herhalde tesadüfen bulduk. Salya, sümük gibi bir şeydir. Biz olta balıkçılığı veya ufak ağlar kullandığımız için misinamız suya girer girmez hemen kaplayan ve kaplandıktan sonra misinayı beş dakika içerisinde ip gibi, halat gibi yapan, durdukça kalınlaştıran bir nesne. Fakat bu nesne kalınlaştığı zaman ağırlaşıyor. Mesela ağları kaldıramıyoruz. Bizim onlara su püskürtecek cihazlarımız da yok. Büyük balıkçılar itfaiye hortumları gibi büyük hortumlarla tazyikli su vererek bunu yapabiliyor ki onlar da çok zorluk çekiyor. Biz denize eğer müsilaj varken ağ atarsak imkanı yok kaldıramıyoruz. Ancak kesip, parçalayarak kaldırıyoruz. Tabii ki tekrarını da yapamıyoruz. Bir kere atıyoruz ağı ama onu gördük mü onu tekrar atamıyoruz.
D.T.: Peki, balıklardaki durum ne?
AY: Balıklar zaten girmiyor. Müsilaj, duvar gibi olur yani balık ağa takılmıyor çünkü o bir duvar oluyor. Oltada ise oltanın ucundaki yem veya sahte yemin üzerine müsilaj sarılıyor ve balık onu göremiyor ve yiyemiyor. Misinaya müsilaj sarıldığı zaman kalınlaşıyor, bütün işlevini kaybediyor. Onun için çıkamıyoruz yani bizi engelliyor.
D.T.: Peki, sana yine soracağım ama şimdi sevgili Barbaros'a söz vermek istiyorum. Nasıl bir şeydir bu sanayi dalgıçlığı? 24 senedir Hollanda'da yaşıyorsunuz değil mi?
B.Y.: Evet, ben babamın balıkçı arkadaşlarının anlattıkları hikayelerle büyüdüm, o hikayeleri imrenerek dinledim. İstanbul Üniversitesi Sualtı Teknolojisi bölümüne gitmeyi çok istiyordum çünkü Türkiye'de dalgıçlık yapmak istiyorsanız orada okumanız lazım. Üniversiteden sonra Hollanda'ya taşındım. Hollanda küçük bir ülke olmasına rağmen denizcilik tabii ki çok gelişmiş. Dalgıçlıkta da dünyada bir numara olan bir ülke. Hollanda'da 24 senedir dalgıçlık yapıyorum. Son iki senedir de supervisorlık yapıyorum. İsveç’ten Güney Afrika’ya, Tayland’dan El Salvador’a kadar bir çok ülkeyi gezdim, çalıştım, daldım ve oralardaki okyanus ve deniz hayatına şahit oldum.
Müsilajı tabii biz de eskiden bilmiyorduk. 2015 yılında Adriatik Denizi’nde, İtalya'nın kuzey doğusunda, Trieste'de Shell'in tesislerinde çalışırken, Trieste'nin bulunduğu körfezde suyun üzeri onunla kaplıydı ve biz ilk defa görmüştük orada. Böyle salyamsı birşeydi ve bütün malzemelerimiz, üstümüz, başımız müslajla kaplanmıştı
D.T.: Trieste sanayi bölgesi değil mi?
B.Y.: Bayağı bir sanayi bölgesiydi fakat o zaman anlattılar bizlere, herhalde orada 80'lerde başlamış. Yalnız şu anda neredeyse yok gibi. Biz oraya devamlı, sıkça gidiyoruz ve bununla baş etmeyi başarmışlar.
D.T.: İyi arıtma sistemleri mi kurmuşlar?
B.Y.: Evet, iyi arıtma sistemleri ile çözmüşler. Bildiğiniz gibi, sırf arıtma sistemleri ile de değil, suyun ısınması ile de oluşuyor yani bir çok neden var. Fakat o zamanki arıtma sistemlerini şimdi kat kat arttırmışlar, ileri teknolojili arıtma sistemleri kullanmışlar. Azot ve fosforu arındırarak, üçüncü derecede arıtma sistemlerini arttırarak bu sorunu çözmeyi başarmışlar. Şu anda gittiğinizde deniz neredeyse tertemiz ve hiç gözükmüyor. Biz oradaki dalgıçlarla arkadaş olduk, bugün de görüşüyoruz onlarla.
Dalgıçlık yaparken bizim en çok şahit olduğumuz şeylere hep şaşıryoruz, 2025’te bile hala şaşırıyoruz. Hangi ülkede çalışıyorsanız büyük şirketlerin doğa için, çevre için aldıkları kararlar veya stratejiler o devletin politikasına göre çok değişiyor. Aynı şirketler mesela Kuzey Avrupa ülkelerinde farklı davranıyorlar, Afrika'nın bir köşesinde ise bambaşka davranıyorlar ve hiç umurlarında değil.
D.T.: Veya Türkiye'deki gibi çünkü bugün yabancı şirtketler bir çok su kaynağımızı, göllerden de su çekerek kurutuyor. Bazılarına para dahi ödemiyorlar ama Hollanda’da bu asla söz konusu olamaz. Bunun gibi bir şey diyorsunuz sanırım.
B.Y.: Evet, tabii ki. Ve denetlemede yapmıyorlar mesela. Biliyorsunuz ki sanayi, tarım, ilaçlama, gübrelerin, kimyasal gübrelerin, atıkların hepsiyle beraber bunun denetlenmesi lazım, cezalandırılması lazım. Çok büyük bir şekilde cezalandırılmaz ise bunun önüne geçemiyorsunuz.
D.T.: Baltık Denizi’nde çok ölü bölgeler var, hiç o bölgelerde dalış yaptınız mı?
B.Y.: Baltık Denizi’nde çok çalıştım. Baltık Denizi ne yazık ki bitmiş. Dalış yaparken görüş çok güzel, mesela 10-15 metre görüş olduğu zamanlar oluyor ama ne yazık ki hiç bir balık, yengeç midye göremezsiniz. Suyun altında canlı yok ve bildiğiniz bir çöl gibi.
A.Y.: Oksijensizlikten.
B.Y.: Evet, bir de iç deniz olduğu için.
D.T.: Sanayi odaklı değil mi sonuçta? Sanayinin öldürdüğü bir bölge orası.
B.Y.: Şimdi kurtarmaya çalışıyorlar ama çok geç.
D.T.: Öldürdüğümüz doğa için birçok yerde çok fazla restorasyon çalışması başladı.
B.Y.: Bir de oraya II. Dünya Savaşı sırasında bir çok bomba atılmış. Onların da kimyasal etkisinin zaman içinde ortaya çıkması sözkonusu. Aslında bir çok faktör var orada ama Baltık Denizi çok güzel bir deniz.
D.T.: Siz topluyorsunuz o bombaları öyle mi?
B.Y.: Evet, iki senedir bomba topluyoruz.
D.T.: Aman! Çok dikkat edin, var mı tehlikesi?
B.Y.: Tehlikesi var tabii ama uzmanlarla çalışıyoruz.
D.T.: Ama doğaya tehlikesi daha yüksek, onun için mi topluyorsunuz
B.Y.: Doğaya tehlikesi çok yüksek, evet, o yüzden topluyoruz.
A.Y.: Şu anda Hamburg'dasınız galiba değil mi?
B.Y.: Evet, şu anda Hamburg'da çalışıyorum ama Baltık’a tekrar döneceğiz.
D.T.: Peki, ben tekrar Aslan'a sormak istiyorum. 2011 yılında Yale Globalist dergisinde çıkan yazıda diyorsun ki, yedi metreden küçük lisanslı tekne sayısı bin 327 ve toplamda da bin 986 adet balıkçı teknesi var. Bu küçük balıkçı tekneleri kendilerini geçindirebiliyor mu Marmara'da?
A.Y.: Kendilerini geçindiren ufak tekne sayısı çok çok azaldı, fakat plakalı tekne çoğaldı. Şöyle bir enteresan bir olay var; plakalı, balıkçı ruhsatlı tekneler limanlara, balıkçı limanlarına ucuz bağlantı ücreti verdiği için maalesef balıkçı adının altında zenginlerimiz mi diyeyim ya da balığa meraklı paralı kişiler mi diyelim ruhsatlı kayıkların ruhsatlarını aldılar, fakat balıkçılık yapmıyorlar. Cumartesi ve Pazar günlerinde veya izinli günlerinde keyif için balığa çıkıyorlar ama hiç bir tanesine rüsüm sorulmuyor. Balıkçının kontrolü esasında çok basit, fakat maalesef yapılmıyor. Balıkçı teknesine sene sonunda ‘sen ne balığı tuttun, kime verdin, nerede senin rüsümların?’ denilse bu bir derece azalır ama öyle bir şey ki bu arkadaşlarımız, bu tekne sahibi, balıkçı olmayan kişiler rüsumu da parayla alır, balığı kooperatife verdim der, onu da alır yani balıktan para kazanmak çok zor olduğu için...
D.T.: Balık yok çünkü, ondan mı yoksa?
A.Y.: Mesleğe yeni katılım yok.
D.T.: Evet, balık olmadığının artık farkındayız. Yemek için çok para harcıyoruz ama sizin gözleminiz çok önemli. Ne zamandan beri bu kırıldı?
A.Y.: Valla bu 20-25 senedir kırıldıi yani inişte. Yeni genç nesil ufak balıkçı yok ama balıkçı teknesi çok. Bunların hepsi tatil günleri hariç limanda bağlıdır, hafta sonu veyahut da tatil günlerinde çıkarlar.
D.T.: Peki, zaten endüstriyel balıkçılar da diğer taraftan sizin mesleğinize bir tehdit oluşturuyorlar. Herhalde o balıkçıların çıkmamasının sebebi de balık olmaması.
A.Y.: Ama şu anda Türkiye politikasında küçük esnafa, küçük çiftçiye, küçük balıkçıya yer yok ki… Artık bunu kanıksadık. Eskiden bakkallar vardı, şimdi marketler var, bakkal kalmadı.
D.T.: Her ikiniz de sporcusunuz. Aslan, sen Fenerbahçe'de ilk kürekçi olarak başlıyorsun, Barbaros, ya sen?
B.Y.: Ben de Fenerbahçe'de basketbol oynadım.
D.T.: Ben de Kalamış'ta hem balık tutabilen, hem de yüzebilen şanslılardanım.
A.Y.: Ne güzeldi değil mi Kalamış?
D.T.: Hiçbir şey kalmamış, doğal hiçbir kıyısı yok. Nostalji falan değil bütün bu konuştuğumuz şeyler. Şunu sormak istiyorum; bir deniz kültürümüz vardı diye hatırlıyorum ben. Şu anki deniz kültürüyle ilgili kısacık görüşlerinizi alıp kapatalım istiyorum, çok teşekkür ederim.
A.Y.: Çok güzel bir yere değindiniz. Rahmetli Sadun Bora, 70’li senelerdi zannedersem, ‘Artık burada denizcilikten anlayan insan kalmadı, rahatsız oldum’ diyerek İstanbul’u terketti.
D.T.: Caddebostan'da komşumuzdu, hem de babamın arkadaşıydı. Teknede yaşıyorlardı, devamlı gidip geliyorlardı.
A.Y.: Oraya da uyamadı, buranın eski güzelliğini bırakamadı. Denizcilik artık maalesef marinada oturup sohbet etmek. Çok değerli yelkencilerimiz var, onları tabii ki ayrı bir yere koyuyorum.
D.T.: Ama nüfusumuza göre oran çok az.
A.Y.: Yani deniz kültürümüz yok.
D.T.: Burada politikaların da çok önemi var çünkü deniz ile insan arasında bütün kıyıya beton bloklar çekilmiş durumda, adeta kıyıya ulaşmamız artık imkansız gibi.
A.Y.: Büyükada’dan Kartal’ı görüyorsunuz değil mi?
D.T.: Görüyoruz, her yeri görüyoruz maalesef ama..
B.Y.: Ben geçen ay Brezilya'daydım, bir çok bölgesini gezdim. Tüm sahiller herkese açık, asla bir otel, bir restoran tarafından kapatılmamış. Koskoca Brezilya'da sahillerin böyle herkese açık olmasına çok imreniyorum, bize ise üzülüyorum. Fakat umudumuzu yitirmeyelim çünkü doğanın kendini çok hızlı iyileştirebilen bir yeteneği var.
D.T.: Yaptığımız gibi iyileştirebilecek de kapasitelerimiz, teknolojimiz ve aklımız var. Neye niyet edeceğimize galiba karar vermemiz lazım.
B.Y.: Evet ve bunun ciddiyetinin farkında olmamız lazım. Covid zamanında gördük, çok kısa zamanda doğa kendini toparlamaya başladı. Bu şekilde kötüye gidebiliyor ise iyiye de gidebilir ama bunun ciddiyetinin farkına varıp, anlayıp önlemleri almamız lazım diye düşünüyorum.
D.T.: Peki çok teşekkürler, çok güzel bir programdı.
A.Y.: Biz teşekkür ederiz.
B.Y.: Teşekkür ederiz.
D.T.: Diyoruz ki ‘Marmara yaşasın!’
B.Y.: Dünya mirası, çok özel bir yer.
D.T.: Çok güzel bir alan gerçekten. Onun ölümü hepimizin ölümü. Onun için hep beraber artık hareket etme zamanı. Biz programımızı ‘Adalar hepimizin!’ diye kapatıyoruz.
Bugün konuklarımız Aslan Yaras ve Barbaros Yaras idi, çok teşekkür ediyoruz sizlere.
A.Y.: Adalar hepimizin! Teşekkür ederiz.
B.Y.: Adalar hepimizin! Biz de size teşekkür ederiz.
D.T.: Bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz, hoşça kalın.